Afşinli hemşehrimiz Efendi Barutçu, geçtiğimiz hafta okuyucusu ile buluşan Mahpesten Mektuplar isimli eseri için Takdim Yazısı yazdı.
AFŞİN HABER’e dün ulaşan Takdim yazısında Efendi Barutçu şunları yazdı;
–
“MAHPES’TEN MEKTUPLAR” YAYINLANDI
Efendi BARUTÇU
*
Kitabın takdimine kısaca şunları yazdık:
21 Temmuz 1975 tarihinde Bursa’da tutuklanıp cezaevinin cümle kapısından girdiğimde eski taş binanın annacında büyük harflerle şu cümle yazılıydı: “OCAĞIN VE ULUSUN SENİ BEKLİYOR, BURADAN ONLARA YARARLI OLARAK AYRIL.”
24 yaşındaydım. Bursa Eğitim Enstitüsü matematik bölümü son sınıftan devamı tamamlamıştım. Birkaç dersten bütünlemeye kalmıştım, Eylül ayında da o derslerimi verip Anadolu’nun herhangi bir şehrinde bir liseye veya ortaokula öğretmen olarak tayin edilecektim, kısmet olmadı.
Peki, neden tutuklanmıştım? O yıllarda Türkiye genelinde çok yaygın olan Ülkü Ocakları isimli Milliyetçi bir gençlik teşkilatının (derneği) Bursa şubesi başkanıydım. Ülkü Ocakları bizim için bir millî mektep hüviyetindeydi. Burası Türk milletine duyulan derin sevgimizin; hizmet, aşk ve heyecanımızın ocağıydı. Milletimizin fakirliğinden ve ülkemizin geri kalmışlığından büyük üzüntü duyuyorduk.
Türk insanını yoksulluktan kurtarıp refah seviyesini yükseltip ülkemizi çağlar üzerinden aşırmak ve tarihî geçmişine layık bir şekilde dünyanın güçlü ve itibarlı devletlerinden biri hâline getirmek gayesini güdüyorduk. Sevdamız büyük, heyecanımız sonsuzdu. Aynı yıllarda üniversite ve yüksekokullarda -büyük çoğunluğu gönüllerindeki adalet duyguları profesyonel devrimciler tarafından istismar edilen Anadolu çocuklarının da içinde yer aldığı- solcu-sosyalist-devrimci gruplar vardı. Bunlara göre de Türkiye’nin kalkınması için Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin modelini benimsemesi ve Marksist-Leninist ideoloji doğrultusunda Türkiye’de kanlı bir darbeyle Sovyetler’e dost bir hükümetin kurulması gerekiyordu.
Türkiye’nin her tarafında üniversitelerde, fabrikalarda, şehirlerde, kasabalarda, mahallelerde amansız bir mücadele veriliyordu.
Tutuklandıktan hemen sonra yargıda çöreklenmiş bir grup devrimci yargıcın hedef tahtasına oturtulmuştuk. 6 sene idamla yargılandık. Daha sonra mahkeme her ikimize 18 sene 8’er ay hapis cezası verdi.
Cezaevine girdiğimiz ilk günden itibaren “OCAĞIN VE ULUSUN SENİ BEKLİYOR, BURADAN ONLARA FAYDALI OLARAK AYRIL.” sözüne uygun bir hayat çizgisi tutturmaya çalıştık. Bizim iki ocağımız vardı: Biri aile ocağımız, diğeri de ülkü ocağımız. En yakın zamanda cezaevinden çıkacak gibi kendimizi dışarıya hazırlıyor, uzun yıllar cezaevinde kalacak gibi de bir sabır imtihanını başarıyla vermemiz gerektiğine inanıyorduk.
Dışarıda çok çetin mücadeleler veren arkadaşlarımızın maneviyatını yüksek tutmamız gerekiyordu. Bulunduğumuz şartlardan dolayı ümitsizliğe, karamsarlığa düşerek onların mücadele azmini de kırmamalıydık.
Aynı günlerde Ankara’daki bir büyüğümüzün (Merhum Türkeş Bey’in) selam ve geçmiş olsun dilekleriyle beraber bize şöyle bir sözü ulaştırılmıştı: “Cezaevlerindeki arkadaşlarımız, davamızın şerefini temsil ediyorlar.”
Allah şahittir, bizler cezaevinde kaldığımız süre içerisinde bu şerefe gölge düşürmemeye gayret ettik.
Bir insan için tahammülü güç hapishane şartlarına dayanabilmekte yegâne istinatgâhımız şanı yüce Allah’tı. O’nun “Allah sabredenlerle beraberdir,” müjdesi ve Yaradanımıza sonsuz bağlılıkla ayakta kaldık. Nitekim o sonsuz cömertliğiyle bize sabır verdi. Sağlık verdi. Hürriyetimizi bahşetti. Rızık verdi. Eş verdi. Evlat verdi. Bu sonsuz nimetlerine ne kadar şükretsek azdır.
İnsanız, elbette bunaldığımız zamanlar olmuştur. O anlarda da Merhum Hüseyin Nihal Atsız Bey’in:
“…Çekiyoruz bunalarak, fakat ne çıkar?
Ulu Tanrı bizi elbet yargılar.
Bütün dünya sağırlaşsa o bizi dinler,
Onun rahmet denizinde ruhlar serinler.”
mısralarında ifade ettiği gibi Yüce Tanrı’nın sonsuz rahmetine sığınarak teselli buluyorduk.
Bir başka zaman da Merhum Necip Fazıl Kısakürek’in:
“Ana rahmi zâhir, şu bizim koğuş;
Karanlığında nur, yeniden doğuş…
Sesler duymaktayım: Davran ve boğuş!
Sen bir devsin, yükü ağırdır devin!
Kalk ayağa, dimdik doğrul ve sevin!”
mısralarıyla inandığımız davaya, ülküdaşlarımıza ve milletimize karşı mesuliyetimizin ne kadar büyük olduğunu idrak etmeye çalışıyorduk.
İdarenin ve gardiyanların zulmüne uğradığımız zamanlarda da Merhum Osman Yüksel Serdengeçti’nin:
“Alçaklara çatarız biz
Zulme kafa tutarız biz
Zindanlarda yatarız biz
Bize Serdengeçti derler.”
mısralarıyla zalimlerin yüzüne haykırıyorduk.
Elinizdeki kitap bir hatırat değildir. Okuyacağınız mektuplar cezaevi hayatım süresince anama, babama, kardeşlerime ve bir kısım arkadaşlarıma yazdığım mektuplardan seçilmiş bir demettir.
Bu zamanlarda en büyük acıları analarımız, babalarımız yaşamıştır. Türkiye 12 Eylül öncesi öylesine bir kargaşa dönemi yaşıyordu ki rahmetli anacığım benim için “İyi ki cezaevinde tutuklu, en azından sağlık haberlerini alıyoruz. Dışarıda olsaydı oğlumu kanlı pusularda şehit ederlerdi,” diyerek teselli buluyormuş.
Rahmetli babam on yıl boyunca büyük bir sabır ve metanetle bir kere bile “of” demeden arkamızda sıradağlar gibi durdu. Bir mektubunda unutamadığım şöyle bir cümlesi vardı: “Sevgili oğlum, biliyorsun ben çok varlıklı bir insan değilim, sermayem de yok. Arkadaşlarının gereken her şeyi fazlasıyla yapmaya çalıştığını görüyorum ama senin kurtuluşun için gerekirse köydeki tarlamızı, hatta Afşin’de oturduğumuz evimizi bile satarım. Çünkü sen benim için ‘Hz. Yakup’un Yusuf’u’ gibisin.”
Şunu belirtmek isterim ki; gerek aile ve yakınlarımdan gerek birçok ülküdaşımdan, dost ve arkadaşımdan gerekse muhtelif cezaevlerinde tutuklu ülküdaşlarımdan şahsıma yazılmış yüzlerce mektubu hâlen saklıyorum ve her birinin zarfının üzerine hangi tarihte cevap yazdığımı kaydetmişim. ama ne yazık ki bu mektupların karşılığı olarak gönderdiğim yüzlerce mektup -o günlerin olağanüstü şartları içerisinde- muhafaza edilemeyip kaybolmuş.
Öncelikle şunu söylemeliyim ki ne meslekten yazarım ne de edebiyatçıyım. Dolayısıyla bu mektupların birer edebiyat şaheseri olduğu veya fikrî derinliği olan metinler olduğu iddiasında değilim. Ama sizleri temin ederim ki, bu mektuplardaki ifadelerimin tamamı cezaevindeki bir ülkücünün ruh dünyasını aksettiren çok samimi duygularının kâğıda dökülmüş hâlidir. Çünkü ben ülkücü dünya görüşüne bağlıyım.
Yazım çok okunaksız olduğu için bazı büyüklerime ve ülküdaşlarıma yazdığım mektupları yeniden temize çeker, öyle gönderirdim. Müsveddeleri de bende kalırdı, bunları hep sakladım.
Kitapta göreceğiniz bazı uzun mektuplar ise cezaevi yöneticileri tarafından cezalandırılıp tecrit veya hücreye atıldığım zamanlarda kalem ve kâğıdı elime alıp Türkiye’yi ve dünyayı nasıl gördüğüme dair o anki duygularımın ifadesi olarak, yazmaya çalıştığım mektuplardır. Tabii bu uzun mektuplar idare tarafından postaya verilmediği için bizde kalıyordu. Tek şansımız -Mamak ve diğer askerî cezaevlerinde tutuklu olmadığımız için- bu mektupları yanımızda muhafaza edebilmemizdi.
Kitaptaki “Yazalım, yazmak güzel bir şeydir.” başlıklı yazımızın kısa hikâyesi de şöyledir:
Bartın Özel Tip Cezaevi A2 koğuşunda -idarenin tabiriyle ıslah olmazlar koğuşu- kalan ülkücü arkadaşlarımızla içeride adı “Tutsak Kalemler” olan bir dergi çıkarmaya karar verdik. Herkes konusunu el yazısıyla yazıyor, sonra yazısı çok güzel olan Konyalı Ergün Karaçay (Merhum) isimli bir arkadaşımız bu yazıları üç nüsha olarak temize çekiyordu. Bu sahifeleri zamkla yapıştırıp üzerine de bir karton kapak yapıyorduk. İşte size “Tutsak Kalemler”…
Dergimizi iki sayı çıkarabildik. O günlerde bir hücre cezamdan dolayı beni hücreye aldılar. Birkaç gün sonra da koğuşumuzdaki bütün arkadaşları bir operasyonla hücreye attılar. Böylece “Tutsak Kalemler” in yayın hayatına son vermek zorunda kaldık. Kitaptaki bu yazı Tutsak Kalemler’in 1. sayısına yazdığım bir yazıdır.
Velhasıl bu kitapta okuyacağınız mektupların her birinin ayrı bir hikâyesi olmasına rağmen yer darlığı sebebiyle bunları ayrı ayrı yazamıyoruz.
El yazısı mektuplarımı aslından bilgisayar ortamına aktarmada büyük emeği geçen üniversiteli genç ülküdaşlarıma, bu mektuplarımızı kıymetli zamanlarını ayırarak okuyup değerli tespit ve tavsiyelerini bildiren ve bizi teşvik eden dostlarımız Ahmet Turan Alkan, Dr. Abdulkadir Hayber, Prof. Dr. Altan Çetin, Dr. Galip Çağ, Hayati Tek, Cengizhan Orakçı ve Mükremin Uzun Beylere müteşekkirim.
Ayrıca kırık kalemimizle çiziktirdiğimiz bu mektuplarımızı siz değerli okuyucularla buluşturan Bukan Yayınevi’ne ve Genç Yöneticisi Alparslan Demir ve editör Alperen Özdemir Bey’e sonsuz teşekkürler ediyorum.
Kitabı temin etmek isteyen okuyucularımız aşağıdaki bağlantı adresinden veya kitapçılardan temin edebilirler.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/mahbesten-mektuplar/567716.html
EFENDİ BARUTÇU