Bulgar isyanı, Sırbistan-Karadağ Prensliklerinin isyanları ve arkasından gelen 93 Harbi’nin neticesi sadece Devlet-i Aliyye’yi değil tüm dünya Müslümanlarını yakından ilgilendiriyordu. Rusların mezkûr harbi kazanması tüm İslam Âlemi’nde huzursuzluk ve kaygı ortamına sebep olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu dışındaki dünya Müslümanları, şayet İmparatorluk parçalanacak olur ise hilafet makamı da ilga olacak ve Müslüman Âlemi sahipsiz kalacak mesajını büyük bir ileri görüşlülükle okuyabiliyorlardı. Her ne kadar Devlet-i Aliyye’yi sırtından hançerleyen bir kısım ırkçı dindaşlarımız olsa da Türk Milleti’ne, halifelik makamını deruhte ediyor olması bir yana yüzyıllarca İslam’a olan hizmetlerinden ötürü saygı ve sevgi duyan dindaşlarımızın sayısı kat be kat fazlaydı.
İngilizler Kırım Harbinden sonra Abdülmecid Han’ı hürriyet kahramanı bir dost ilan etmişlerdi. Takip eden yirmi yıllık süre zarfında ise halifeliğin gücünün azaldığını düşündükleri ve sömürge yarışlarının giderek hız kazanması gibi saiklerden ötürü Türklerin Hıristiyan isyancılara karşı aldığı tedbirleri zulüm gibi göstererek bilhassa muhalif siyasetçi Gladstone gibi düşünen din şovenistlerinin de yardımıyla Türk düşmanı bir hale gelmişlerdir. Gladstone dönemin İngiliz Başbakanı Benjamin Disraeli’yi Türk sempatizanı ilan etmiş ve ağır ithamlarda bulunmuştur. Bu duruma Sadrazam Mahmud Nedim Paşa’nın (Rus sefirinden etkilenerek alsa da) 1875’te aldığı ve İngilizlere ödenecek borçların faizlerinin gelecek beş yıl için yarı yarıya düşürüldüğünün tek taraflı ilan edilmesinin etkisi de büyüktür. Büyük Cevdet Paşa’nın tabiri ile “Ve böylece parayı din ve iman hükmünde sayan İngilizler İmparatorluğun düşmanı kesildiler. İngiliz hükümeti meşruti bir saltanatı temsil ettiğinden ve kamuoyuna önem verdiğinden, kabine Osmanlı Devleti’ne karşı politikasını değiştirmek zorunda kaldı.” demiştir.
Daha önce Balkanlar konusunda fazla ses çıkarmayan İngiltere, Osmanlı’ya karşı tutumunu değiştirdiği için olası Osmanlı-Rus Savaşında tarafsız kalacaklarını beyan etmiştir. Balkan Hristiyanlarının artık daha iyi bir hükümeti hakettiği stratejisine yönlenen İngilizler bu durumu II. Abdülhamid’e bildirseler de Midhad Paşa İngilizlerin blöf yaptığını ve kendisinin bunu kararlılıkla gördüğünü söylemiş netice itibariyle Midhad Paşa’nın öngörüsü tutmamıştır. Osmanlı 93 harbine plansız bir şekilde tek başına katılmıştır.
Osmanlı Devleti cephede bu tür büyük problemler ile boğuşurken 7 Ekim 1876’da Kalküta Belediye Sarayında (Hindistan) bir konferans düzenlenir. Konusu Türk-İngiliz-Hindistan İmparatorlarına sevgilerin işlenecek olması olarak ilan edilir bundandır ki dikkat çekmemiştir. Sonuç deklarasyonunda Hintli Müslümanlar İngiltere kraliçesinden Osmanlı’yı 93 Harbi sürecinde desteklemesini isterler. Çünkü Osmanlı Bulgar, Sırp asilerine ve Ruslara karşı mücadelede yalnız kalmamalıdır. Hatta Hindistan Genel Valisinden Osmanlı’ya yardım toplanabilmesi için izin istediler. Böylece savaş süresince toplanan yardımlar da ivedi bir şekilde cephe hattına gönderildi. 93 Harbi’nin kazanılacağını ümit eden Hintliler meşhur Gazi Osman Paşa’yı adeta kahraman ilan etmişlerdir. Hatta Plevne’nin düştüğü haberleri gelince bu konuda mersiyeler bile yazmışlardır. Müslüman Hintliler bu sonuçtan İngilizleri sorumlu tuttular. Onlara göre gerekli yardımlar yapılmamasından dolayı Osmanlılar Ruslara yenilmişlerdi. İngilizlerin korkulu rüyası 1857 Sipahi ayaklanmasından sonra düzelmeye başlayan Hint-İngiliz ilişkileri tekrar bozulma aşamasına geldi. Hintli Müslümanlar ile Osmanlı arasında kurulan bu gönül köprüsü Nihal Atsız’ın tabiriyle Gök Sultan zamanında artarak devam etti.
Bu konferansın akabinde ise yine Bombay’da zuhur eden bir olay halifeliğin etkisinin kalmadığı düşüncesinde olan İngilizleri tekrar telaşa düşürmüştü. Prof. Dr. Kemal H. Karpat Hoca’nın konuyu anlattığı paragrafı aynen aktarıyorum:
“Olay Osmanlı-Müslüman elçilik heyetinin Afganistan hükümdarı Şir Ali Han’ı ziyarete gelişi sırasında meydana gelmiştir. Osmanlı heyetinin başkanı ve Azeri hanlıkları soylularının torunlarından Şirvanzade Ahmed Hulusi Efendi, Sultan’a Bombay’dan bir telgraf göndererek sağ salim vardığını bildirdi. Ama arkasından Sultan’a mahrem bir mektup göndererek “Bombay’a vardığımda tanık olduğum olaylara dair zat-ı şahanenize bazı bilgiler vermeyi vazife addederim” dedi. Ve anlatmaya başladı “Kırk binin üstünde Hint Müslümanı, size destek sevgi ve bağlılıklarını göstermek için, beni karşılamaya geldi.” Beklenmedik büyük bir kalabalıkla karşı karşıya kalan Bombay Belediye Başkanı (Mr. Grand adında biri) Hulusi Efendiyi hemencecik Osmanlı şehbenderliğine göndermeye karar verdi. Gece, Hulusi Efendinin anlattığına göre, Müslümanlar tekrar bir araya geldi ve binanın önünde mumlar, kandiller ve fenerler yakarak “halife lehine gösteri yaptılar ve onun için dua ettiler” Sonunda, polis şefi daha sonra kentin belediye başkanı) Mr. Soter Osmanlı elçilik heyetine hemen o gün trenle şehirden ayrılmaları ve Afganistan sınırına varıncaya kadar hiçbir yerde durmamaları için emir verdi. Hulusi Efendi tipik bir Osmanlı tevazuu ve hoşgörüsüyle şunları yazdı:” Bütün bu ahval ve şeraitten şu neticeyi çıkarıyoruz ki, İngiliz hükümeti Hint Müslüman kamuoyunun şu andaki heyecan ve infialinden ürkerek bizim ülke sınırları içinde kalmamızdan huzursuzluk ve mutsuzluk duymuştur”. Daha sonra bu durum Londra’ya rapor edilir. Hindistan Genel Valisi’ne emir verilir ve heyetin şimdi ve gelecekte Hint Müslümanları ile temas etmemesi gerektiği söylenir.
Osmanlı-Hint ilişkileri fahri şehbenderlik düzeyinde ilk defa 1850 yılına doğru, 1870 yılında ise baş şehbenderlik makamı ihdas edilmesi ile resmi hüviyet arz etmiştir. Misyon olarak Pan-İslamist politika mefhumu üzerine çalışma yürüten bu şehbenderlik ilk cihan harbi neticesinde koca çınarın her yerde dalı budağının kesilmesi gibi bir hazin sonuçtan etkilenmiştir ve burada da maalesef bağlar koparılmıştır. Cihan harbinde Hilal-i Ahmer çatısı altında bir grup Hintli din kardeşimiz İstanbul’a gelmişler ilk yardım ekibinde gönüllü olarak çalışmışlardır. Hatta ayrılırken iki adet çeşme yaptırarak bu kutsal görevlerini taçlandırmak istemişlerdir.
Kim bilir belki bu makam şair Zeki Soyak’ın:
“Cihangir Yavuzum dalmış da çöle,
Kan ve terle sahra, dönmüştü göle,
Hilafet tâcını giyip de öyle,
Mısırdan dönerken varayım dedim.”
dizelerinde bahsettiği gibi hilafet tacı tekrar Türk Milleti’nin şahsında olması gerektiği konuma gelir de Batı’ya karşı İslam Alemi’nin garipliği kalkar.
Ne diyelim Allah önce Âlem-i İslam’ın yöneticilerine hidayet nasip etsin. Sonra mensuplarına şuur nasip etsin. Ancak milletimiz nezdinde meseleye baktığımızda bir zamanlar ilgası zaruret olan bu makamın artık ihdası da zaruret gibi görünmektedir.
Büyük Türk Devleti’nin cihana tekrar hâkim olması duasıyla.
Saygılarımla…
*
EMRE GÜLBEY