Yavuz Sultan Selim Han döneminde Ali bin Abdülkerim Halife isimli bir zatın raporundan bahsedilir. Dr. Selahattin Tansel Hoca, Türk Tarih Kurumu yayınlarınca basılan “Yavuz Sultan Selim” isimli eserinde bu raporun Topkapı Sarayı Arşivi 3192-11 sayılı belgelerde olduğunu söylüyor. Maahaza Tansel Hoca raporun müellifi Ali bin Abdülkerim Halife’nin kimliğini tespit edemediğini ifade ediyor. Raporu kaleme alan bu Beyefendi, Yavuz Han’ın babası II. Beyazıd zamanında Sultan’a karşı eleştiriler yöneltmiş. Sultan II. Beyazıd’a o dönem devletin İstanbul ve Edirne’den ibaret olmadığını söyleyerek kendisinin Anadolu’ya geçmemesinden şikâyet ediyor. Yumuşak huyluluğundan dem vurarak bu hususun devlet idarecileri tarafından istismar edildiğini söylüyor. Biraz ifrat-tefrit noktasında uçlarda gezdiğini söyleyebiliriz. Çünkü kadı, subaşı v.s. gibi idarecilerin kâmilen, yani hepsinin “cinsi sapık” olduğunu söylüyor. Bunun yanında muvazzaf kişilerin halkı ezdiğini dile getiriyor.
Bu raporda Tansel Hoca’nın mezkûr eserinden bir bölüm ilgimi çekti. Malkoçoğlu Bali Bey ile İstanbul Kadısı’nın rüşvet olayı… Muhteşem Yüzyıl dizisinden Türk kamuoyunun çoğunun ismini duyduğu Malkoçoğlu Bali Bey… Yalnız bu bahsedilen Bali Bey, dizi ile meşhur olmuş Kanuni’nin çağdaşı olan Bali Bey değil ondan daha öne II. Beyazıd döneminde yaşayıp Yavuz döneminin başlarında ölen Bali Bey. Ama Malkoç sülalesinden. Semendire Valisi Bali Bey’in halka zulmettiği gibi şikâyetler üzerine Ulu Hakan, İstanbul Kadısı Mevlâna Sarıgürz’ün tahkikat için bölgeye gitmesini ister. Ancak Kadı’ya da rüşvete bulaşmamasını iyiden iyiye tembih eder ve Kur’an-ı Kerim üzerine yemin ettirerek görevini yapmak üzere bölgeye gönderir. Kadı gider gitmez Bali Bey ile aralarında rüşvet muhabbetinin içinde bulur kendini. Kadı önceleri buna itiraz etse de paranın yüzü sıcak gelir demek ki. Rivayete göre 50.000 akça iş bitiminde alması şartıyla anlaşılır. Bu anlaşmadan sonra Kadı şikâyetçi olan vatandaşları tek tek dinler ve tahkikat tamamlanınca vatandaşların haksız olduğu kanaatine vardığını söyler. İstanbul’a dönen Kadı Sarıgürz, Ulu Hakan’a durumu bildirdikten sonra Bali Bey ile önceden anlaştıkları üzerine akçalarını da almayı ihmal etmez. Rivayettir ama idare ve adaletin koca devletin en zirvede olduğu dönemde bozulmaya başladığının belirtisi olarak görülebilir.
Raporda miras hukukundan kaynaklı mağduriyetlerin oluştuğu söylenmektedir. Ölen bir kişinin erkek evladı yok ise kız evlatları bu haktan yararlanamamaktadır. Halife bu durumu: “Bu, sultanını gayet zulümdür, ol yetimler şöyle fakir aç kalurlar, ağlaşa ağlaşa kırılur giderler. Kati müşkil hal, ziyade zulümdür. Lutfidüb Sultanı bu zulmü kabilse ref’idesiz” şeklinde hünkâra arz eder (Tansel,1969)
Yine o dönem evlenmek isteyen kimesnelerden maddi konum gözetilmeksizin alınan “gerdek değer” vergisini eleştirir. Halife’ye göre bu vergi hiçbir kitapta yoktur ve şer ’en caiz değildir. Üstelik fakir bir kimsenin evlenmek için Halife’nin hesabına göre evvela 66 akçe devlete direkt olmak üzere imama, müezzine, mahalle kethüdalarına, asesbaşına ve diğer görevliler dâhil yaklaşık 100 akça kadar vergi vermesi gerekmekteymiş. Halifeye göre evlenme müessesesi de diğer kurumlarda olduğu gibi halkı soymaktadır. Şu kanaate varır ki burada da halkı soyan zulmeden kişiler devlet idarecileri kisvesi altında kadılar, din adamları ve beylerdir. Bu hususta: “ve dahi güzel Sultanım ve Selim-i cihan canım, bu ne manadır kim biri tokluktan öle ve biri yokluktan öle. Bunun manası nedir? Bu, hod ayn-ı zulümdür. Bu zulmü yine Sultanım def’ider” şeklinde hünkâra seslenir.
Raporda o dönem devlet işlerinin hızlı bir şekilde görülmesi için görevli ulaklardan da söz ediliyor. Ulakların görevlerini kötüye kullandığını ve halka zulmeder duruma geldiklerini söylüyor. Hatta Yavuz Sultan Selim gibi cihangir bir Sultan’ın bile bunları önlemeye gücünün yetmediğini dile getiriyor.
Toplum için raporda şu cümlelerde geçiyor: “Cümle âlem şöyle hamr’a zinaya livataya riba’ya devam eder oldular ki bu efal-i habiseyi günah deyüp günah bilmez oldular” diyor. Yani toplumda ciddi manada gevşeme olmuştur. O dönem şaraba ihtiyaç o derecedir ki bu yüzden şaraplık üzüm bulmakta zorluklar çekildiği söyleniyor. Halife bununla beraber içkinin menedilmesini her yerde yasaklanmasını da tavsiye ediyor.
Doğuda baş gösteren Kızılbaşlık meselesi de Halife’nin raporunda yer alıyor. Şah İsmail’in Şiiliği devlet mezhebi olarak kabul etmesi sonucu bilhassa dailerinin Anadolu’da bu sosyal şartlarda insanları fikirleri ile celbederek Devlet-i Aliyye’yi tehdit eder noktaya getirdiğini vurguluyor. Bu olayların II. Beyazıd’ın son yıllarında iyice arttığından Yavuz Han’a bahsediyor.
Rapor da yer alan aksaklıklar Hünkâra kabaca bu şekilde arz edilmiştir. Özetle Osmanlı Devleti manevi olarak buhranlı bir döneme girmiş görünüyor. Her devirde olduğu gibi Osmanlı Devleti’nde o dönemde “mutlu bir azınlık” tan gayri toplumun dinamikleri sarsılıyor gibi. Demek ki adaletin terazisi her devirde şaşabiliyor. Adaletin terazisi şaşınca toplumda bozulmalar zuhur ediyor. Bunun yanında her devirde çıkarcılar rantçıların olması çok da abes karşılanmamalı. Bunun önüne kudretli Koca Sultan dahi geçemiyor. Günümüzde olan biteni de böyle değerlendirmek çok da yanlış bir mülahaza olmayacaktır.
Konuya benzer şekilde İlhan Bardakçı Hoca’dan o dönem aksaklıklarının yer aldığı bir olayı nakledelim:
“Günlerden bir gün Manisa Subaşı ’sına yani idare ve asayişinden sorumlu olan kişiye Padişah Yavuz Sultan Selim adına Veziriazamdan bir mektup gelir. Bugünkü dille söylenenler şudur: “Haber aldık ki Manisa medresesinde okuyan suhteler yani talebeler zaman zaman şehri basarak evleri yakarlar, içki ve tütün çekerler ve ayrıca konaklardaki kıymetli eşya ile dükkânlardaki malları bazı erkek ve kız çocuklarla birlikte dağa kaldırırlar ve keyiflerini tamamladıktan sonra yerlerine dönerlermiş. Yine öğrendik ki halk bu asilerden korkar şikâyet de şahitlik etmezmiş. Sen orada ne yaparsın da bu isyanlara çare bulamazsın. Haber veresin” yazmaktadır. Subaşı’nın herhalde öpüp başına koyduğu bu ikazdan sonra ne hale geldiğini tahmin edebilirsiniz. Bazı tedbirler almış Subaşı ama kâfi gelmemiş. Arkadan bir mektup daha gelmiş. Bu kez Kadı’nın ne düşündüğü de sorulmuş kendisine. Osmanlı devrinde Kadılık mübarek bir makam. Kadı, Allah adına adalet tevzi eden kişi. Kukla değil. Yine Osmanlı nizamında Kadı’yı azletmek diye bir şey yok. Mademki adaleti temsil eder, hükümdarın kendisini değiştirmek ne haddine. Subaşı Kadı’ya konu ile ilgili başvurur ve aldığı cevabı Hünkâra bildirir. Bugünün dertlerine çare aradığımız bir dünyada beş yüz yıl önceki cevap bir altın kırbaç gibidir. Gözlerimizi açabilmek için yine bugünkü dille Subaşı, Kadı Efendi’nin görüşlerini hükümdara şöylece ulaştırır: “Yaptığımız tahkikat odur ki Kadılık makamı tarafımızdan yakalanan bu asi suhteleri yani talebeleri yargıladıktan sonra serbest bırakmaktadır. Yapacak bir şeyimiz yoktur. Kadı Efendi’nin gerekçesi elimizi kolumuzu bağlar. Kadı Efendi der ki: “Filhakika nice öğrenci, Subaşı’nın bahsettiği bu eylemlerin sahibi olmuş kendilerine az bir ceza verilerek salıverilmişlerdir. Bu öğrenciler sekiz yaşlarındayken medrese tahsili için alınmışlar ve tam on beş sene bir buçuk arşın kalınlığındaki taş duvarlar arkasında dünyayı bilmeden anlamadan eğitime tabi tutulmuşlardır. Yaşadığımız dünyada yararlı olsunlar diye yetiştirmek istediğimiz bu çocukların, düzeni kendilerine emanet edilecek olan dünya hakkında hiçbir fikirleri yoktur. Yetiştirildikleri baskı altında yirmi yaşlarının içinde infilak etmişlerse onlardan çok bizleri kabahatli ve suçlu saymak gerekir. Fiillerini cezalandırdık. Ne var ki aslında bu fiilleri ortaya çıkaran sebepleri cezalandırmak gerekir. O da haddimizin dışındadır”” şeklinde birçok Rönesans aydınının dahi çıkarımda zorlanacağı bir sosyolojik analiz ile Sultan bilgilendirilir.
Hülasa;
Dr. Selahattin Tansel Hoca’nın geniş bir şekilde yer vererek işlediği bu konu ile ilgili bilgilerde nakilciden kaynaklı abartılar olabilir. Bunlar bireyin şahsi anlatımı ile alakalıdır. Ancak o devirde toplumda ileri düzeyde bozulmaların başladığı açıktır. Nitekim Kanuni devri de dâhil olmak üzere İktisat Tarihçisi Mustafa Akdağ Hoca’nın da iktisadi gelişmeleri muhteva eden eserinde ve o devre ait diğer müelliflerin kaleme aldığı eserlerden de anlaşılacağı üzere rüşvet, iltimas, eziyet, ahlaki zayıflama (suhte hareketleri) v.b. gibi mes’eleler cemiyet hayatını içten içe kemirmektedir. Her ne kadar bir devlet aygıtında bir terakkiyet olsa da zirvede iken manevi çöküntülerin iyiden iyiye temayüz eder hale gelmesi devlet için yaklaşık bir asır sonra başlayan ciddi sorunların işaret fişeği olmuştur.
Son dönemlerde içi boşaltılan Batı Medeniyetinin sahiplendiği aktivistlerin Kur’an-ı Kerim yakma yarışına girdiğini müşahede ediyoruz. Elbette gerekli düzeylerde kınamalar gerçekleşiyor. Bunda şüphemiz yok. Ancak bu tür menfi hadiselere nefret ile bakarken ülkemiz için daha büyük tehlikeleri de göz ardı etmemeliyiz. Ahlaken yozlaşmaya başladığımızı unutmamalıyız. Daha geçen yıl öpüp başımıza koyduğumuz, saygıdan bel hizasının üstünde tuttuğumuz ve besmele çekmeden elimize dahi almadığımız “Allah Kelam”ı Kuran-ı Kerim’in, on beş yaşlarında bir ergen genç tarafından röveşata atmak suretiyle tahkir edilmesi ve arka planda diğerlerinin müstehzili gülüşmeler ile olayı kayda alması milletimizi tazip eden bir hadise olmuştu. Çocuktur aklı yetse elbette yapmayacaktır. Ancak bu hususta yukarıda Kadı Efendi tarafından nakledilen sosyolojik tahlil bu dönem içinde biaynihi geçerlidir.
Toplumda bilhassa son yıllarda zuhur eden ahlaki çöküntünün önü alınmaz ise bu durum devletin kaderini ciddi anlamda etkileyecektir. Devletin kudret olarak nevş-ü nema gösterdiği şu zaman dilimlerinde devleti oluşturan unsurların yani insanın aksine manevi çöküntü içine giriyor olması bilhassa devleti yönetenlerin problem olarak görmesi gerektiği ve ciddi tedbirler alması gereken bir problemdir.
Kaht-ı rical eksikliğinden dolayı oluşan günümüz siyasi ortamında her aksaklıkta gözler birkaç devlet adamında olsa da tüm yetki sahibi kişilerin, kanaat önderlerinin sorumluluk alarak nizamın özüne yönelik katkıda bulunmaları bir zaruret halini almıştır. Bu anlamda vebal idaresiyle, yargısıyla, sivil toplum kuruluşlarıyla kâmilen devlet erkânındadır.
Yüce Mevla devletimizi, milletimizi menfi bir akıbete gark olmaktan muhafaza buyursun duası ile.
Devlet-i Ebed Müddet…
*
GÜLBEY DEMİR