Harflerden kelimeler, kelimelerden cümleler oluşur. A,K,Ç,Y gibi kendi başına bir anlam içermeyen harflerin, uyumlu şekilde bir araya gelmesi sonucunda oluşan kelimelerdeki uyumun ne olduğu hep merak edilmiştir. Etimolojik çalışmalar, kelimenin kökeninin araştırılması bir tarafa dursun, bölgesel kullanım farklılıkları, şive, ağız gibi durumlara ne demeli. Harflerin yan yana gelişiyle oluşan kelimeyi farklılaştıran kültürel farkın kaynağı nedir? Örneğin Bursa da yaşayan birisi “ne yapıyorsun?” diye sorarken, Afşin’deki “neeş görüyon?” diyerek kendisini ifade edebiliyor. İşte buna çevresel öğrenme ve nihayetinde kültürel fark diyoruz.
Kültürel farklılıkları zenginlik olarak değerlendirebiliriz. Ancak bu durum olayları algılamamızda, olguların sebep sonuç ilişkilerini farklı zeminlere oturtmamıza sebep olacağından irdelenmesi ve incelenmesi gereken bir durum olarak karşımıza çıkar.
Namık Kemal’in sözüdür. “Dünyanın her yerinde olduğu gibi bizde de insanlar kelimelerle düşünür, kelimelerle konuşurlar. Hafızasında yeterli miktarda kelime olmayan kimse önce karşısında konuşan kimsenin konuştuklarını anlamaz.” Kelimelere verdiğimiz anlam algımızla alakalıdır. Algıları oluşturan bildiklerimizdir. O kelimeye yüklediğimiz anlamdır. Bilmek öğrenmeyi gerektirirken, her yeni bir öğrenmede algımız ve düşüncemiz değişir. Biz değişiriz. Çünkü beynimizin çalışma şekli duyuların deneyimleri sonucunda ve bu sonuçların bizdeki etkisine istinaden yeniden formatlanıyor.
İnsan beyni şaşırtıcı özelliklere sahiptir. İster Allah böyle yaratmış deyin, isterse evrimsel süreç bizi buraya getirmiş deyin. Konumuz bu değil. Bu yazının amacı beyin dediğimiz organımızın sürekli değiştiği ve değişikliğe endeksli olduğunu işaret etmeye çalışmaktır. Sadece beynimizle sınırlamayalım bu durumu. Bütün bedenimiz değişerek faaliyet gösterir. Örneğin benzer bir olaya tanık olduğumuzda beynimizde binlerce şimşek çakar ve o olayla alakalı bizim yaşadığımız deneyimi hatırlatır bize. Bedensel bir yaralanma da böyledir. Eline diken batan dikeni ve onun kendisine hissettirdiği acıyı hatırlar.
Bilim adamlarının hesaplamalarına göre bir bebek doğduğu anda, her saniye 1.8 milyon yeni bağlantı kuruyor. (Kaynak:Prof. Dr. Sinan CANAN) Muhteşem bir orkestra gibi sürekli yeni şeyler üretiyor. Çevresel etkiler ve öğrendikleri bu anlamda onu şekillendiriyor. Ve bu durum canlılığı süresince devam ediyor. Yani her ne yaşıyorsak, öğreniyor, deneyimliyorsak veya tadıyorsak beynimizde bulunan nanoskopik devrelere izini bırakıyor ve bizi dönüştürüyor. Böylece ve dolayısıyla İnsan değişir mi? Sorusuna verilecek en güzel cevapsa “her an” olarak karşımıza çıkıyor. İnsan her an değişir ve değiştirir. Ve biz buna yaşam diyoruz.
İnsan yedisinde ne ise yetmişinde de odur cümlesi öğrenmeye direnç gösterenler için söylenmiştir. Tam olarak doğru bir tanımlama da değildir. Biliyoruz ki ben asla değişmem diyen ve kendisini durağan olarak tanımlayanlar bir yanılsama içerisindedir. Çünkü sabit fikir patolojik bir durumdur. Biz sadece madde değiliz. Yaşam çemberi içerisinde sonsuz ihtimallerin olduğu bir derya ve bu deryanın hırçın dalgalarında boğuşan bizler sürekli devinim içerisindeyiz. Aynı dalgalarla boğuşuyoruz ancak her birimiz farklı dünyalarda yaşıyoruz. Benzersizliğimizin sebebi ve nedeni de tam buradadır. Bunun sebebi de farlı zihinsel donanımımızdır. O yüzden her insan ayrı bir dünyadır deriz. Bilişsel ve duygusal boyuttaki dünyamızın, kendimize has olması kaynaklıdır farklılığımız. Fabrika ayarlarımızın farklılığı yaşadığımız ortak olayları bile farklı algılamamıza neden olacaktır.
Sadede geleyim…
Farklılıklarımızı hem dilimizle ifade ederiz hem de dilimizle ortak bir paydada birleştiririz. İçsel dünyamızdan ve beynimizin farklı işlevlerinden kaynaklı bu durum, toplumsal bir varlık olan insanın huzur ve barış ortamında, birbirine saygı ve hoşgörü besleyerek yaşayabilmesinin önündeki en büyük anahtardır. Aslında Bursa ilinde “şurada” yerine Afşin’de “şoorada’ derken bence parantezine sığınıyoruz. İyi – kötü, güzel – çirkin, doğru – yanlış kavramlarının zaman ve mekandan bağımsız olduğunu düşünebilir miyiz? Velhasıl yaşamımız hakkında, değerlerimiz hakkında ve içinde bulunduğumuz alem hakkında ne diyorsak, kelime ve kavramlarımız “bence” sözcüğüyle hayatımızda hep varlığını sürdürecektir. Bunun da en büyük nedeni inançlarımızdır. Çünkü sorgulanmamış inançlar, beynimizi bilinçsizce çalıştırırken ön kabülsüz zihinle hareket etmek insanı yoran en büyük iştir. Ve insan yorulmayı sevmeyen, tembellik etmeyi meziyet sayan bir ruh haliyle yaşamını sürdürüyor.
Bence yaşamımızla ve yaşadığımız çevreyle alakalı sahip olduğumuz ön kabulsüz bilgileri sorgulamalı, neyi, nasıl düşüneceğimizi inançlarımız belirlediği için inançlarımızı gözden geçirmeyi, bizi – çevremizi değiştirecek tek şeyin ise gerekçelendirilmiş doğru inanç olduğunu bilerek yaşamalıyız. Bunun için bilgilenmeli, öğrenmeyi red etmemeliyiz.
Öğrendiğimiz her yeni şey zihinsel uyanış ve rahatsızlık yaratır bizde. Rahatsız olmaktan korkmamak, cesaretli olmak gerekiyor. Değersizlik ve önemsizlik hissimizin temelinde de bu cesaretsizlik yatar. Alışılanı yap, icat çıkarma derler hep. Ama dünyayı icat çıkaranlar değiştirir. Zira talebin neyse osundur. Unutmayalım ki Cesaretin C’ si olmazsa esarete dönüşür.
Değişmek ve değiştirebilmek ümidiyle…
*
Hüseyin KANZA