Ama, en çok erkekler okuyacak! Bundan eminim! Mevcut doğal durum bunu göstermiyor mu? Erkek egemen bir toplum olmamız, toplumsal eşitsizliğin en bariz örneği değil mi? Toplumsal cinsiyet bir sınıflandırmadır ama herkes biliyor ki toplumsal eşitsizlik de toplumsal bir cinsiyet sorunudur. Ve toplumsal cinsiyet bir eşitsizlik sorunuyken; kız bebeklere pembe, erkek bebeklere mavi giydirilmesinin anlamı toplumsal cinsiyetin sosyalleşmeyle öğrenilmesi değil midir? Öğrendiğimiz ve kalıpyargı haline getirdiğimiz toplumsal cinsiyet, kadın ve erkek kategorilerini bir kalıba sokan zihinsel temsillerimizin yansıması değil midir?
Bu kadar soru yeter. Biraz cinsten, cinsiyetçilikten bahsedip cevaplar arayalım isterseniz. Kadın ve erkekler arasında farklılıklara dayanarak toplumsal cinsiyet eşitsizliğini üreten düşünceye cinsiyetçilik diyoruz. Aslında “Türkiye geleneksel ve modern cinsiyetçiliğin iç içe geçtiği bir toplumdur” cümlesinin içerisinde yatıyor her şey. Geleneksel cinsiyet, modern cinsiyet nedir? sorularına cevap verdiğimizde konuyu da iyice açmış olacağız sanıyorum.
Biyolojik olarak kadın ya da erkek olarak doğarız. Ama insan olarak, insan gibi yaşarız. Bu yaşamın biçimini doğduğumuz toplumun cinsiyet modelinde buluruz. Erkeksi ve kadınsı rollerimizin şekli toplumdaki bizi biçimlendirir. Yani cinsiyetimiz biyolojik olan yönümüzken, toplumun bizden istediği normların içeriği de toplumsal cinsiyetimizi belirleyecektir. Örneğin pisuvarlı tuvalete erkekler gider. Deniz kenarında belden yukarımızın açık olması biz erkekler için gayet sıradan ve normal olan bir durumdur. Erkeklerin işlettiği kahvehanelerimiz genellikle kağıt-okey türü oyunları oynadığımız ve oturup eğleştiğimiz erkeksel mekanlarımızdır. Cami önündeki sandalye veya banka erkekler oturur, güneşlenir ve sohbet ederler. Biraz espri katacak olursak; çarşıda eşini kaybettiğinde “bütün kadınlar birbirine benziyor” diyen nasıl bir Çinli erkekse “şöyle çarşıyı bir gezip geleyim” cümlesini de bir Türk erkeği söylemiştir.
Bunlar normalimiz ve makbulümüzdür. Zaman içerisinde ürettiğimiz bu sağduyu yaşamımızın her tarafını kaplamış, ilişkilerimizi de örüntülemistir. Yani sevgili dostlar cinsiyete bulanmış, toplumsal cinsiyet batağında nefes alabileceğimiz kadar dışarıda kalabilmiş bir durumumuz söz konusudur. Nefes alışımız gibi farkına varmadığımız bu toplumsal cinsiyetçi görünmezlik durumu normalimiz olduğu için sorgulamak, çoğu zaman aklımızın ucundan bile geçmez! Çünkü doğumundan itibaren insanlara içine doğdukları toplumun kültürü aktarılır. Cinsiyetle harmanlanmış bu kültür bütün davranış biçimlerimizi, inançlarımızı belirler. Kadın ve Erkek olmanın verdiği kültürel kodlar zaman içerisinde yaşamımızla uyumlu hale getirilir ve bizi biz yapar. Giyiminiz, oturuşunuz, konuşmanız, duygularınızı ifade edip etmemeniz cinsiyetinize göre şekillenir. Doğduğunuzda paket programlar hazırdır ve bu programlar zaman içerisinde size yüklenecektir. Ve toplumumuzda kadının sahibi ve namus bekçisi erkek olacaktır.
Bu görünmez cinsiyet normlarına uymak kadın-erkek için, toplumun kendisine biçtiği rolü kabul etmek, “kadınlık”-“erkeklik” standartları çerçevesinde oturup-kalkmak, giyimini kuşamını velhasıl tüm yaşamını toplumun istediği biçim ile şekle sokmak makul olan ve olması gerekendir. Bu standartlara uymayan cinsler toplum tarafından cezalandırılır, ötekileştirilir ve dışlanırlar. Dolayısıyla hiç kimse kolay kolay bu durumu deneyimlemek istemez. Ve toplumsal cinsiyetin kendisinden istediği rolü iyi oynamanın yollarını arar. Yeteneklerini de bu yönde geliştirir.
Rolüne göre hareket eden kişi ödüllendirilip, taltif edilip başarılı bulunurken aksi durum cezalandırılma olarak karşınıza çıkacaktır. Çocukken yüklendiğiniz bu programın etkisinin ne kadar süreceği de kişinin yaşam kodlarıyla alakalı olacaktır. Ancak doğaya baktığımızda güçlü ve dirençli canlıların hayatta kaldığını, doğal şartlara uyum gösteremeyenlerin elendiğini görürüz. Erkek olarak doğan bir canlı türü kadın olarak doğan türe karşı doğal şartlarda -çoğunlukla- üstünlük kuracaktır. Bu üstünlük genellikle bedensel, kaba güç olarak kendisini ifade etmektedir. Yani güçlü olanın -haksız- şiddet uygulama becerisi sanırım biraz da biyolojik durumundan kaynaklı gibi gözükmektedir.
İçine doğduğunuz toplumun sizden istediği cinsiyet normlarına uygun hareket etmemenizin karşılığı doğal olarak şiddetin her yönlüsü ve türlüsü olacaktır. Kadın ve erkeklere uygulanan şiddet dünya çapında bir problemdir. Ancak Türkiye toplumuna baktığımızda cinsel ve fiziksel şiddete uğrayan kadınların oranı erkeklerden çok daha yüksektir. Şiddete uğrayan ister kadın ister erkek olsun, şiddetin baş aktörü yine bir erkek olarak karşımıza çıkmaktadır. Yani bir erkeğe ve bir kadına şiddeti uygulayan genellikle eş, baba, ağabey gibi akrabalık bağı olan kişilerdir. Erkekler Türkiye’de kadınlara uyguladıkları şiddeti çoğunlukla doğru, makul, haklı ve olması gereken olarak kabul etmektedir. Çünkü bu kabulün öncesinde çocukluğundan beri öğrendiği “erkeklik” standarttı bu durumu içselleştirip kendileştirmiştir. Kendileşmek ise yaptığı bu eylemin doğruluğunu tartışmaya bile tahammül edemeyeceği bir hastalık halinin fiili tezahürüne dönüşmüştür.
“Sıcak yuvalarda” şiddetin her tonu ve rengiyle yaşayan kadın; toplumsal hayata katılamaz, okuyamaz, erken ve istemediği bir evliliğe hayır diyemezin sonucu olarak mutsuz, kendisi için seçilmiş, kararlaştırılmış hayatına devam eder. Veya canına kıyar! Velhasıl biliyoruz ki toplumumuzda pek çok kadın şiddet, ekonomik kaygı, ötelenmek ve dışlanmak korkusuyla yaşam tercihlerini sınırlamak zorunda bırakılmıştır. Başkasının tercihlerini yaşayan kadının mutlu olması, mutlu olmayan kadının aktörlüğünü yaptığı çekirdek aile ile içinde yaşadığı toplumun huzur bulması mümkün gözükmemektedir.
Biliyoruz ki toplumsal cinsiyet doğumla gelmez, toplum tarafından üretilir ve kodlanır. Bu kodlar yani yapıp etmeler bizi kadın ya da erkekleştirir. Yani bir kurgu olan bu kodlar bizim gerçekliğimiz haline gelir ve bu normların dışına çıkan herkes cezalandırılır. Sözüm ona “namus” gerekçesiyle öldürülen kadınların durumu buna bir örnektir.
Birkaç soru daha soralım. Kriz anlarında kadınların erkeklerden daha duygusal davrandıklarına ilişkin inancınız nereden gelmektedir? Böyle toplumsal cinsiyet kalıpyargılarını çoğaltmak mümkündür. Mesela “erkek çalışır, para kazanır ve kadın evi çekip çevirir ve çocuklara bakar” inancının temeli nedir? Toplumsal cinsiyetin temelinde toplumun çekirdeğini oluşturan aile en önemli merkezdir. Ailenin şekillenmesi de tarihsel süreç içerisinde bu temeli çok etkilemiştir. Örneğin endüstrileşmeyle değişen çalışma hayatının bizlere kattığı çok şey olmuştur. Günümüzde kadın ekonomik aktör olmayı başarmış ve erkek çalışır para kazanır kadın evine bakar anlayışı geride kalmıştır. Zaten bu bir doğa yasası değildi. Doğa yasası olan cinsiyetti ama cinsin ne yapıp ne yapamayacağı çoğunlukla toplumsal kalıpyargılarınca belirlenmişti. Bu kalıpyargılarının kutsal olmadığını anladığımızda birçok sorunumuzun çözüme kavuşacağı gün gibi aşikardır. Ancak kimse -özellikle erkekler- mevcut kazanımlarını kaybetmek istemiyor sanki! Bugün çalışıp eve para getirdiği hâlde, “kadın işi” sayılan ev işlerini (yemek, temizlik, çamaşır, ütü vb.) ve çocukların bakımını yalnızca kadınların “sorumluluğu” olarak gören erkeklerin yatacak yeri var mıdır acaba? İşte size modern cinsiyetçilik örneğinden bir kesit.
Kalıpyargılar ideolojik bakış açısıdır ve yanlış / doğru olup olmaması zaman içerisinde ortaya çıkar. Ama hiç kimse de bu yanlış veya doğruları önemsemez. Yeni yargılarına sarılan insanlar mutlu mesut hayatlarına hiçbir şey olmamış gibi devam etmek isterler. Bu anlamda cinsiyet kalıpyargıları erkek egemen, ataerkil bir toplum yapısının temellerini güçlendiren yanlış içselleştirilmiş bakış açısıdır diye düşünüyorum.
Anneler günü nedeniyle kadın merkezli bir yazı yazmak zorunda hissettiğim için bu satırları kaleme aldım. Cinsi yargılarımızın hayatımızı nasıl çevrelediğini, etki altına aldığını -kendimce- anlatmaya çalıştım. Biz erkekler kim olursak, ne olursak olalım, boyumuz, kaşımız, rengimiz, makam ve mevkiimiz… Hayatımızda bulunan kadının balkonundan bakarız dünyaya. O bize neyi gösterirse ancak onu görebiliriz. Bu kadar değerli ve önemli olan ve kadın diye ayırdığımız eşimizi, annemizi, kardeşimizi ötekileştirmeden yaşamak neden zor olsun ki? Onlarla yaşamayı, onlarla mutlu olmayı neden zorlaştıralım ki? Oysa ki mutlu kadın güzeldir. Güzel olan her kadın da etrafına ışık ve neşe saçar.
Anne de bir kadındır. Hem de çok özel bir kadındır. Aslında bir kadını konuşurken muhtemel bir anneyi de konuşuyoruz demektir. Kadın olmanın içerisinde özel bir alan olan Annelik rolü toplumun devamı açısından çok büyük bir öneme sahiptir. Ancak birçok farklı ülkede ve kültürde kadın ne yaparsa yapsın, onun var olduğu sürece boynunda borç olan bir erkeğin eşi, bir çocuğun annesi, bir baba ya da annenin kızı olması durumu toplumsal kalıpyargılarıyla çevrelenmiştir. Rollerini iyi oynayan kadınların “gerçek kadın” oynayamayan veya oynamak istemeyen kadınların da “eksik kadın” olduğu yanlış inancını değiştirmeden kadınları mutlu edebileceğimizi sanmıyorum. Bu yanlış kalıpyargılardan kurtulmamız gerekiyor. Aksi durum toplumsal cinsiyet bağlamında eşitsizliği üretecek ve bu eşitsizlik sorunlarımızın ana kaynağı olarak hayatımızdaki yerini korumaya devam edecektir.
Son soru: Erkeğin olduğu masada kadın hesap öder mi?
Özgür iradeli yarınlar dileğiyle…
*
HÜSEYİN KANZA