Dünyanın bir çok ülkesinde olduğu gibi, geçmişte yaşanan Doğu Asya krizi, hatta önemli ölçüde 2002 yılından bu güne benzerlik gösteren yanı ve son zamanlarda belirginleşen etkileri ile Türkiye’de hissedilen krizlerin sebebi hep aynıdır.
Asya kaplanları yaşadığı geçici baharla tüm dünyada heyecan uyandırmıştı. Düşük enflasyon ve yüksek yatırım oranları sayesinde tüm dünyanın dikkatini üzerlerine çekecek üretim hamleleri yapmışlardı. Ne var ki bir noktadan sonra faizli borç ekonomisi üzerine inşa edilen bu geçici baharın sonu geldi.
Yurtdışından ülkeye akan yüksek oranda yabancı sermaye, merkez bankalarına döviz kurunu sabit lenmiş oldu. Böylelikle yabancı bankaların kredi vermek için ihtiyaç duyduğu zemin oluştu. Bu durum yurt dışından yabancı para cinsinden fon girişini cezbetti. Yüksek ve kısa vadeli faiz oranlarıyla, doğrudan yatırımları ve finansal piyasalardaki büyüme finanse edildi.
Fon girişlerinin önemli bir kısmı kısa vadeli oluşunun doğurduğu kur uyumsuzluğu ve şartlarının uygun olup olmadığına bakılmaksızın, “siyasi aymazlıkla” yandaş firmalara çok düşük faizlerle çok yüksek kredi vermeye mecbur edilen bankacılık sistemini kilitlendi,
Bu anlayışın doğurduğu güvensizlik yüzünden yabancı sermaye geri çekildi. Pek tabi olarak piyasalar yönetilebilir olmaktan çıktı, kurlardaki artış borsada ve varlık fiyatlarında düşüşe sebep oldu, kurun artması ile birlikte yerli paranın içine düştüğü keskin değer kaybı yerel para cinsinden ciddi artış kaydeden borcu vadesinde ödenemeyecek noktaya taşıdı.
Bu krizden ciddi biçimde etkilenen Güney Kore, Tayland, Endenozya, Filipinler ve Malezya’da borcunu ödeyemeyecek hale gelen sektörel unsurlar ve bankalar kendilerini derin bir krizin eşiğinde buldular.
Bu gün gelinen noktada Türkiye’de yaşananlar bundan farklı değildir, bilakis meseleye orta vadede doğuracağı sonuçlar açısından bakıldığında durum çok daha vahimdir..
Görülmektedir ki bu gün ülkemiz de aynı kapanın kadrine terk edilmiştir. Ekonomimiz bu kapan yüzünden son 3 yıldır türbülansa girmiştir, yönetilemez hale gelmiştir.
Yurt dışından kaynak bulmakta zorlanan ekonomi yönetimi yanlış politikalar, yandaş uygulamalar yüzünden başkaca bir kapana daha girmiştir ki; buda kur korumalı mevduat yolu ile açıkları kapatmak.
Bütün bu kötü gidişatın tabi sonucu olarak, millet fakirleşirken, devlet daha da borçlanmakta, paralarını bu alanda değerlendiren zengin kesim daha da zenginleşmekte, servet üzerine servet bindirmektedir.
Bu faizsel sömürü döngüsü, içerideki iş birlikçileri marifetiyle “ülkelerin öz kaynakları üzerinden büyümelerini” engelleme noktasındaki ayartıcı rolünü sinsice bir ustalıkla uygulamaya devam ettiriyor.
Kapitalist İktisadi Finans Sisteminin en yaygın enstrümanı olarak faiz, üretim ekonomisi önündeki en büyük engel olarak karşımıza çıkıyor. Finansın kolay, emeksiz ve risksiz kazanç yolu olarak faize yönelmesi, üretim alanının tercih edilen, anlamlı kazanç yolu olması özelliğini zayıflatıyor. Üretimin daraldığı noktada fiyatları yönetmek zorlaşıyor, enflasyon yükseliyor, paranın alım gücü düşüyor, iş gücü piyasası zarar görüyor.
Bu durum makroekonomik yapıyı bozmakla kalmıyor, ülke yönetimlerini küresel finansörlerinin insafına terk ediyor. Daha sayılabilecek onca sağlıksız sonuçlar doğuruyor, toplumun sosyal davranışlarını olumsuz etkiliyor. Bu bakımdan öz kaynaklara dayalı ve üretim odaklı olmayan hiçbir ekonomi politikası meşru değildir, iyi niyetli değildir.
Faiz üzerinden enflasyonu, döviz kurunu kontrol edeceğini iddia edenler, asla iyi niyetli değillerdir. Bu durum, tefeciye mahkûm edilmiş ekonominin, geçici rahatlama için yine tefecinin kapısını çalmaya mecbur edilmesine benzer bir durumdur. Faiz, bulaştıkça içine çeken bir bataklık gibidir.
Geçici rahatlatma etkisi ile kendine çeken bu bataklığın sonunda illaki çökerten yanı ile hiçbir ekonomiyi iflah ettiği görülmemiştir. Finans Sektörü “paradan para kazanmak üzere faizi çözüm diye yutturan ve Kapitalistlerce fonlanan sözde ekonomistlerle doludur.
Ne var ki ve çok acı ki; gelinen noktada, bu krizin yönetimi kendi yerli iktisatçı ve ekonomist insan kaynakları yerine, yine yabancı kapitalizm referanslı ekonomistlerin insafına terk edilmiştir.
Kendilerini yenilmiş medeniyetin çocukları olarak görüp, Kapitalizmin sözde başarısı karşısında bayrak kaldıran siyasetçiler bu kompleksten kurtulmadıkça milletimizin içine düşürüldüğü çukurdan çıkarılması kolay olmayacaktır.
Paradan para kazanmak üzerine inşa edilen faizli kapitalist sistem, parasal imkânı yüksek olanın, daha da zenginleşmesini sağlarken, insan, şirket ya da devlet hiç fark etmeksizin faizle borçlanı daha da fakirleştiren, sınıfsallığı daha da derinleştirip, yoksulluğu içinden çıkılamaz boyutta bağımlılığa dönüştüren iktisadi bir faktördür. Faiz, az sayıda insanın elinde bulunan servetlerle, insanlığın mecbur edildiği kısır döngülerle köleye dönüştürüldüğü çağdaş bir silahtır.
Hazine ve maliye Bakanlığının 31 Mart 2023 tarihli resmi açıklamasına göre 31.12.2022 tarihi itibarıyla;
“Türkiye Brüt Dış Borç Stoku”, 31 Aralık 2022 tarihi itibarıyla 459 milyar ABD Doları olarak gerçekleşmiş olup stokun milli gelire oranı ise yüzde 50,7 olmuştur.Yine 31 Mayıs 2023 tarihi itibarıyla merkezi yönetim iç borç stoku ise 4.734,4 milyar TL olarak gerçekleşmiştir. Borç stokunun 1.774,2 milyar TL tutarındaki kısmı Türk Lirası cinsi, 2.960,2 milyar TL’dir.Bu da yaklaşık 182 Milyar Dolar olduğu varsayılırsa toplam borç rezervi 641 Milyar Dolar civarındadır.
Toplam maliyetinin yaklaşık 100 Milyar dolar olduğu öngörülen depremden önceki döneme ait olan 641 Milyar Dolarlık borç stokunun sebebi ne vatandaştır nede depremin doğurduğu bilanço!.
Ekonomideki bu kısır döngünün doğurduğu acı reçeteyi vatandaşa fatura etmek doğru değildir. Hele ki bu kötü göstergelerin sebebi depremmiş gibi bir algı ile meselenin yumuşatılması hiç doğru değildir.
Mesele; iyi niyetle bakıldığında gerçekçi, kararlı, kapsamlı ve tutarlı çözüm önerileri ile ele alındığında Türkiye içine düştüğü bütün bu olumsuzlukları aşacak tarihsel deneyimlere ve birikimlere sahiptir.
*
Haşim YANAR
09.07.2023