Öğretmen, konuyu uzun uzun açıkladıktan sonra öğrencisine sorar, “anlattığım konuları anladın mı evladım?”
Öğrenci hemen cevap verir: “Evet, anladım öğretmenim.”
Öğretmen, “ama sende anladığına dair bir işaret göremiyorum”, der öğrencisine.
Öğrenci, “o işaret nedir?” Diye sorar.
Öğretmen gülümser ve “anlamış olsaydın sevinirdin, güler yüzlü olurdun evladım”, demiş.
Anlatmak zor sanılsa da aslında anlamak zor iştir. Anlamak için boş yerinizin olması gerekiyor. Ve kimse kendisinde boş yer bırakmaz! Zihnimiz dünyayı anlama ve kavramsallaştırmada kendisinde hazır olanı kullanır. Zorlamaz kendini, kolay olana meyleder. Kolay olanların en çoğu öğrendiklerimiz değil, inançlarımızdır. Bize zahmetsizce verilen ve bizden öncekilerin taklidini yapıp olumlandığımızda pekişen şeylerle doldururuz boşluğumuzu. Zaten bilgiyi tanımlarken “gerekçelendirilmiş inanç” adresini gösteririz. Yani öğrenip, içselleştireceğimiz bir enformasyonun sizde bulunan inançla uyuşması, uyum göstermesi gerekir. Kendimizleştirmediğimiz hiçbir şeyi öğrenemeyiz ve bizim için bu veri bilgi anlamına gelmez.
PEKİ, NASIL ANLARIZ?
En önemli ve büyük etken inançlarımızdır. Şair ve yazarları, ressamları veya heykeltıraşları düşünün. Eserlerinde anlatıp, yazar veya çizerken kullandıkları kelimelerin içeriğine bakın. Aşk’ ı anlatan bir ressam, bunu nasıl resmeder? Veya sevgi duygusunu heykel eden bir heykeltıraş, taşı nasıl yontar? Şairin Aşk tarifinin nasıl bir bilimsel tarafı vardır? Ferhat dağı gerçekten delmiş, mecnun çölleri geçmiş midir? Ya da mecnunun yaşadığı yerde çöl var mıydı?
Bütün bunların hiçbir önemi yok ki! Biz kendimize göre anlamak isteriz. Ve inançlarımız temeldir algılarımıza. Nasıl düşüneceğiz, neyi ve ne kadarı duyup, göreceğiz? Bütün bunlar inançlarımızla şekillenmez mi?
İnsan aklı çok hızlı çalışıyor. Düşünmeden ve bilinçsizce işler zihnimiz. Etrafımızdaki milyonlarca veriyi anlamak ve anlamlandırmak için sahip olduğumuz ana kartımıza göre otomatik işleyen bir sisteme sahibiz. Bizim komutlarımızın dışında işleyen bu sistemi durdurup yön vermek, şekillendirmek ve yeni komutlar vermek olağanüstü bir gayret ister. Önyargılarımız, kabullerimiz ve bizi biz yapan alışkanlıklarımız… Hangisi tarafınızdan sorgulanarak, sizin olarak bildiğiniz bedeninize monte edildi acaba?
Alışkanlıklarımızı otomatik olarak yaşarken, günlük rutinlerimizi programsız bir şekilde icra ederken makineyi durdurup, düşünelim. Aldığımız bilgiyi bizdeki inançlarımızla test edelim. Ve kendimizi değiştirelim. Bu mümkün mü? Evet, ama çok zor. Bunun için zihnimizin değişmek ve dönüşmek istemesi gerekiyor. Halinden memnun bir zihne nüfuz edemezsiniz. Gelişmek isteyip, kabuğunu kırmak istemeyen bir zihne ulaşamazsınız. Çünkü boş yer yoktur! Bütün boş yerler, inançlar tarafından rezerv edilmiştir.
Bilgi bizi değiştiren ve dönüştüren en büyük güçtür. Ancak bu gücün etken olması için “istenç” olması gerekiyor. Cehaletiyle mutlu bir beyin için öğrenmek, gereksiz ve saçma bir eylemdir. Öğrenmeyi reddetmeye programlı beyinlerde hükmünü sürdüren cehalet ancak ve ancak yeni şeyler öğrenmeyi kabul etmekle yenilebilinir.
ÖYLEYSE NEDEN REDDEDİYORUZ ÖĞRENMEYİ?
Hemen sadede gelelim. Yorar bizi, bozar düzenimizi yeni olan her şey. Düzen ararız ve kendimize göre kurduğumuz, yolunda giden bir hayatımız vardır. Hiç kimsenin veya hiçbir şeyin bu kurulu düzene müdahalesini istemeyiz. Üstelik inançlarımız bize her şeyin cevabını veriyor ve fazla aparatlara da gerek yoktur. Kaldı ki yeni olanı nereye ve nasıl yerleştireceğiz? Kimden öğrenip, kime derdimizi açacağız?
Sıradan olmak kolay ve dikkat çekmeyendir. Biz yetiştirilirken sürünün hep ortasında bulunmamız gerektiği öğretilmiştir. Yetersiz ve değersizlik kodlarımıza işlenerek hayatta kalmanın başarı sayıldığı, sıradanlığın büyüsüyle yaşamımızı tamamlarız. Bizden istenen ve beklenen de budur. Böyle bir hayata da bilgi ve yeni olan her şey gereksiz olduğu kadar da önemsizdir. O yüzden çevremizdekiler hep “icat çıkarma” der, yeni olanı kolay kabul etmez.
Velhasıl, bütün direncimize rağmen afet ve acil durumlarla ilgili bilgilere talip olalım. Bu bilgileri alıp ve hayatınıza katarak yaşayalım. Bizden sonraki kuşaklara bunları aktaralım. Aktaralım ki her doğa olayı afete dönüşmesin. Bilelim ki; üyesi olduğumuz doğa, bize zarar vermek gibi bir eylem içerisinde değildir. Doğa olaylarının afete dönüşmesinin ana sebebi zihinsel dirençlerimiz, zincirlerimizdir. Bunları ancak bilgi ile kırabiliriz. Açalım zihnimizin kapısını bize fayda sağlayacak her bilgiye. Ve içselleştirip uygulayalım yaşam alanlarımıza. Dünya zihnimiz kadardır. Güzel şeylerle, yararlı ve toplumsal fayda sağlayan verilerle donatalım kendimizi.
Hakikate ulaşmak için kapalı kapıları açmak gülümsemek ve afetsiz günler dileğiyle…
*
HÜSEYİN KANZA